Geçen yazımda eğitimde yeni bir yol açmanın gerekliliğinden bahsetmiş ve yol önerisini bu yazıya bırakmıştım. Bunun için önce teorik çerçeveyi çizmem gerekiyor. Harvard Üniversitesi’nin Dünyaca meşhur işletme profesörlerinden Clayton Christensen’in ortaya attığı "disruptive innovation" denen bir teori var, tam çeviri olmasa da Türkçe’de buna yıkıcı yenilik diyebiliriz. 20 yıllık geçmişi olan teorinin son zamanlarda popülerliği arttı, çünkü iş dünyasının yeni dinamiklerine çok uygun önermeleri var. Teoriye göre bir pazarda mevcut ürünleri ve iş modelleriyle halihazırda hakim konumunda olan işletmeler karlılık seviyeleri düşük olduğu için potansiyel müşterilerinin önemli bir kısmının ihtiyaçlarını, taleplerini dikkate almazlar ve yalnızca üst karlılık segmentine odaklanırlar. Bu tatmin edilmemiş pazar alanını hedefleyen ya da sıfırdan yeni bir alan yaratan küçük işletmeler çıkardıkları yenilikçi ürünlerle zamanla ölçek ekonomisine ulaşır ve hakim işletmeleri tehdit eder, hatta onları ortadan kaldırır. Böylelikle piyasaya sundukları yenilik, yıkıcı bir nitelik kazanır.
Bunun tipik örneği olarak iPhone gösterilir. iPhone yalnızca diğer telefonların değil, internete girmek için kullanılan dizüstü bilgisayarların yerini dahi almıştır. "iPhone bunu nasıl yaptı?" sorusunun birçok cevabı olabilir. Cevaplardan birisi de inovasyon süreçlerinde kullandıkları bir yaklaşımdır: KISS (Keep It Simple, Stupid!), Türkçesiyle "Şu işi sadeleştir be kardeşim!". Dünyamız gittikçe karmaşıklaşırken ironik bir şekilde basitlik, sadelik, kolay kullanım bizi cezbediyor. Mesela 80 yaşındaki anneannem tek tuşla Siri’ye talimat verip, navigasyon hizmeti alabildiği için iPhone’unu seviyor. Tabi ki bu sadeliğe ulaşmanın arkasında muazzam bir emek ve odaklanmış bir titizlik var. Yani basit olmak, sade olmak kesinlikle bayağı olmak demek değil.
Christensen’in yenilik kategorilerinden birisi de (sustaining innovation) destekleyici yenilik, yani mevcut piyasadaki hakim aktörlerin durumlarını devam ettirmek için ürün, hizmet ve iş süreçlerinde yaptıkları yenilikler. Fakat bu tür bir yeniliğin başarıyla uygulanmış bir yıkıcı yenilik karşısında uzun vadede şansı yok. İşte bizim Milli Eğitim de ha bire destekleyici yenilik yapmaya çalışıyor. Fakat (ÖSS, YGS, LYS, OKS...) gibi sonunda S olan ürünlerin başını sürekli değiştirip, işleri daha karışık hale sokunca yenilik yapmış olmuyor, üstelik o istenen sürdürülebilirliğe (sustainability) zarar veriyoruz.
İşin özü sadeliğe irca etmekte. Biz sadeliğe göre formatlanmışız, doğamız, yaratılışımız böyle. Yine ironik şekilde en karmaşık organımız olan beynimiz, sadeliğe bayılıyor, çünkü sadelik enerji tasarrufu sağlıyor, kaynak israfını engelliyor. Bizim de ülke olarak en büyük kaynağımız gençlerimiz, ancak maalesef bu karmakarışık eğitim sistemiyle onları israf ediyoruz. Vakit geç olmadan doğamıza uygun olan bir sisteme irca etmemiz lazım. Günümüzde akıllı işletmelerin en çok kullandığı yöntemlerden birisi de doğayı taklit (biomimicry). Çünkü Allah’ın engin hikmetiyle doğa bizim için muazzam bir okul. 4,5 milyar yıllık bir bilgeliği olan doğadan daha iyi bir öğretmen bulmak mümkün değil.
Doğada sınıflar yoktur, doğanın kendisi sınıftır fakat bütün eğitim hayatı boyunca çocuklara doğa adeta yasak gibi. 5 yaşından itibaren o çılgın, delişmen, yaratıcı, meraklı, heyecanlı, soru soran, kendiliğinden öğrenen, kıpır kıpır çocukları kollarından tutup birinci endüstri devriminin ürettiği sınıflara tıkıyor, Fordist üretim mantığıyla yan yana ve arka arkaya sıralara oturtuyor, monolog anlatımlarla gereksiz bilgileri boca ederek o zehir gibi beyinlerine belli bir ayarla sıkılması gereken tek tip civata muamelesi yapıyor, 15-20 yıl boyunca canlarına okuyup neticede asosyal, meraksız, malumatfuruş, yaşam becerileri olmayan, hayalsiz, vizyonsuz, heyecansız, ruhsuz bir insan kaynağı yaratıyoruz. Tam da olmamız istendiği gibi; yeni ekonominin marabalar ordusu! Hayır, eğitimde yıkıcı inovasyon yapmamızın zamanı geldi (bu arada zaten birileri yapıyor)